Aykut Yazgan'dan okurlara mektup var....

EYL 25

zaman içerisinde yazdığım her şeyi topladım..
bunların içerisinde dört tane de kitap var.
-duvarcı ustaları
-boş kaplar
-ademin günlüğü / tuhaf bir sohbet
-diktatörler okulu (çeviri)

bu kitapların hepsi ayna yayınevi; sevgili ahmet özbilen tarafından basıldı ve insanlara dağıtıldı. zamanında kitapların tüm basım, yayın, telif hakları, ya da hangi tür hakları varsa, anadolu aydınlanma vakfına terkedilmişti. sanırım bu halen geçerli…

yasal olarak yukardaki kitapların bütün hakları vakfa ait olması nedeni ile kitaplar hakkında herhangi bir söz hakkım yok. yine de ileride bunların yeniden basılmasının pek gündeme gelmeyeceğini kuvvetle tahmin ediyorum.

duvarcı ustaları bir dönem mensubu bulunduğum bir cemiyetin faaliyetleri; daha çok da mensupları hakkında haklı ya da haksız olarak çalakalem yazılmış yazılardır. çoğu mantıksallıkla duygusallık arasında gidip gelen, bocalayan ve yalnızca o dönemi ve o bir cemiyetin aktörlerini ilgilendiren yazılar olduğundan, bugün artık güncelliğini kaybetmiştir. kaldı ki içerisindeki yazılarda yaylım ateşinle eleştirilenlerin büyük bir kısmı, zaten değişen zaman içerisinde ve değiştirdiklerini zannettikleri kabuklara rağmen, bir takım yanlışlardan; ki tabii bu tamamen bana göre, kurtulabilmiş değillerdir. o zamanlar bir çok birader kitaptan son derece rencide olmuştu. fakat şimdilerde değil rencide olmak, kimselerin üstlerine alınacaklarına, hatta okuyacaklarına dahi ihtimal vermiyorum...

diktatörler okulu, usta erich kaestner’in toplum üzerine bir karabasan gibi çöken kaba kuvvetin sinik-ironik hikayesidir. kitabın yazıldığı mekanlarda, kitabı okuyan ya da okumuş olan; o zamanın ve o olayların birebir tanıkları olan o insanlar dahi, artık bir parçası haline geldikleri bu ironiye hiçbir tepki göstermemişlerdir. zamanımız insanları ise bu gibi karabasanlara - sıcak su/kurbağa sendromu misali- alıştıklarından artık hiçbir şeyi umursamıyorlar... ve kitabın da zaten bir dilden bir başka dile çevirisinde zorunlu olarak kaybolan incelikler, güzellikler yüzünden yeniden basılması fuzuli bir masraftan öteye gitmez sanırım...

boş kaplar ilk basıldığında oldukça aceleye gelmesi ve ne olursa olsun içine koyalım ve bir an önce basalım fikriyle hareket edilerek temaların kopuk kopuk birbirlerini izleyememeleri, zaten yavan olan yazıları olduğundan daha da zevksiz bir hale getirdi... boş kaplar’ı bir zamanlar basıldığı gibi bırakıp tarihin unutkanlığına terk etmek bence en doğrusu. zaten içerisindeki bütün yazıları zaman içerisinde gözden geçirerek ufak tefek değişikler ve ilaveler yaptım. ve o artık boş bir kap olmaktan çıktı

adem’in günlüğü ve bir tuhaf sohbet daha piyasaya verilmeden ve hatta formalarının yanlış ciltlenmiş olmalarına rağmen dava konusu olmuştu. bu yüzden sevgili ahmet’le bir kaç kez savcılık makamını ziyaret etmek zorunda kaldık. kitap aklandı ve sanırım birkaç yüz adet satıldı... kitabın içerisindeki arkalı önlü her iki kısa yazı da, dostlar arasında yapılan ve hoşgörü ve bir tür ufuk enginliğine varan sohbetlerden esinlenerek yazıldı. her iki yazının da benim çok az bir katkımla bu sohbetlerin; yalnızca spesifik bir kısmının yoğunluğunu yansıttığını varsayıyorum. zaten ilk hamlede birkaç yüz adeti geçmeyen satışın sadece o kadar güzel insan tarafından okunmuş olması bir daha basılmasına da gerek kalmadığını gösterir…

kitapların dışında kalan diğerleri ise, dediğim gibi zaman içerisinde yazı başlığı altına soktuğum bir sürü hikaye, deneme, derleme, makale, yazışma, atışma, sataşma, zırva vesaire... bugüne kadar hepsini elimden geldiği kadar zaptetmeye çalıştım... ancak bir kısmı ferruh dinçkal’ın ayorum sitesine gitti. birkaç yazı da us dergisinde görücüye çıktı. bir iki tanesi de belki bir kızgınlık, bir çaresizlik anımda ellerimin arasından kayıp elektronik posta ile birilerine ulaşmış olabilir. bunların dışında hiçbir yazı hiçbir yerde çıkmadı ve okunmadı.

neden zaptettim...
zaten görücüye çıkan o çok çok ufak bir kısmına gelen tepkilerden yazdıklarımın ya ifade özürlü ya da anlatılmak istenenin yanıbaşından teyet geçmiş, ifade edilememiş yazılar olduğunu anladım... yani aporia...

bir de şu var tabii…
yazdıklarımda belki de ara ara bir iki değişiklik yaparım ya da bir şeyler ilave ederim diyordum... bu arada yapmayı düşündüğüm değişiklikler ya da ilaveler için zaman zaman göz gezdirdiğim eski yazılarıma artık giderek yabancılaşmaya başladığımı fark ettim... bu yabancılaşmanın bir nedeni çalakalem yazılan tüm bu yığının giderek bayatlaması, güne uymaması... bir de tabii aporia...

bir de yazmak için en iyi kural bol bol kitap okumaktır derler. demek ki benim okumalarım hiç bir işe yaramamış. ve ben o kadar çırpınmama rağmen bir türlü meram anlatabilecek, anlaşılabilecek, iyi kötü okunabilir iki satırı bir araya getirmeyi becerememişim... tabii aporia...

bunları birilerine vermeyi ya da birilerinle paylaşmayı düşündüğüm anlar olmadı değil.. ama zamanı hep biraz daha geciktirdim.
fakat artık hem yaşın hem de yaşamın gidecek başka bir yeri olmaması hem de kapımı çalan bir kalp krizi artık yolun sonuna geldiğimi gösteriyor. onun için bu yazılar; belki de yüzer beşyüzer adet bastırılabilirdi... dükkanlarda raflara konup çaresizce müşteri beklemeleri…
ya da raflarda, kıyı köşede bir tarafa atılıp unutulmaları için.
ama ben dedim ki, sizlere göndereyim...
çok matah şeyler oldukları ve mutlaka geleceğe kalmalarını düşündüğüm için değil... kat’iyen...
insanların bütçeleri ya da imkanları dahilinde misafir ziyaretlerine getirdikleri bir şişe kolonya, bir demet çiçek ya da başka bir şey gibi...
biliyorum… bunlar ne bir bir şişe kolonya ne de bir kutu tatlı niyetine bile geçmez... zamanlar içinde şişe boşalır çiçekleri de çöpe atarsınız...
ama olsun...


Aporia

Aporia, genel olarak konuşmacının/yazanın konunun hangi yönü takip etmesi gerektiği, konuya nereden başlanıp nerede bitirileceği, ne deneceği/yazılacağı hakkında yolunu yitirdiği durumun adı olarak ya da konuşmacının/yazanın ne düşüneceğini ya da ne söyleyeceğini ne yazacağını bilmediği bir durumda başvurduğu, genellikle yapmacıklı kuşku ifadesi olarak tanımlanır.

18. yüzyıl İngiliz düşünce dünyasının önemli isimlerinden Samuel Johnson’a göre aporia, “retorikte, konuşmacının çok yönlü bir konuya nereden başlayacağını ya da tuhaf ve belirsiz bir konu hakkında ne diyeceğini bilemediği ve böylece durumu kendi kendisine tartıştığı durumun adıdır.” Terimin “muamma karşısında kilitlenme ya da kafa karışıklığı” anlamı özellikle İlkçağ felsefesinin yöntemsel gelişmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Erken dönem Platon diyaloglarında Socrates, çözümlerini sunmadığı sorular ortaya koymuş ve sorduklarının makul çözümleri olmadığını da göstermişti. Aporetik yöntem, daha sonradan Sokrates’in gerçeği ortaya çıkarmak için kullandığı diyalektik yöntemin önünü açmıştı. Aporia terimi, Aristoteles tarafından öznenin düşüncesinde isteme bağlı olmaksızın ortaya çıkan ya da toplumdan yahut bilgelerden edinilen ‘saygın’ kabul edilen inançlardan türeyen bağdaşmazlıklarla ilgili kafa karışıklıkları için kullanılmıştı. Aristoteles’in yaklaşımı, çatışmaları uzlaştırmak için gereken asgari uyuma ulaşmak amacını güdüyordu.

önemli not: grekçe olan bu kelime, mübadelenin bütün acılarını çekmiş bir göçmen toplumun konuştuğu diyalekte: içeriği olmayan, bomboş, bilgisiz hatta beyinsiz anlamında da kullanılmıştır.

”Beni rahat bırakın, kütüphanemde istediğim zaman, istediğim bilginle sohbet edeyim.”

farkında olduğunu farkında olan okumayı sevenler için....